14 Haziran 2011 Salı

''Enfes'' Yaz Tatlısı

Uuuupuzun bir ara verdim diycem ama zaten hiç bi vakit saldıramamıştım şu bloga. İşte yine de vermiş olduğum bu araya ''enfes'' bir yaz tatlısı tarifiyle nokta koymuş bulunacağım birazdan.Bu arala bir hamaratlığım üstümdeki sormayın. Tatlılar, kızartmalar,soslar, börekler ,çörekler of of of. Neyse geç kalmadan hemen tarifi vereyim.
İhtiyacınız olan malzemeler çok basit. Hemen söylüyorum herkesin evinde mevcut olan bildiğimiz yoğurt ve sevilen yumuşakça bir meyve. Örneğin şeftali örneğin kayısı.. Ben kayısı kullandım evde onu buldum işime geldi. Şimdi efendim yiyeceğiniz miktara göre kayısı yıkayın çiti çiti. Ardından yarın ikiye çıkarın çekirdekleri, çekinmeyin. Atın derin bir kaba. Tamamdır. Üstüne yine yiyeyeceğiniz kadar yoğurdu atın. Alın el bilendırını. Kesin, parçalayın, çırpın güzelcee. Bir kaseye koyduktan sonra atın onu buzluğa. Yaklaşık 1-2 saat sonra çıkarın dolaptan. Hmmm taş gibi olmuş, içine kaşık girmez,çatal girmez,bıçak girmez. Yiyemeyin bir güzel. Sonra o yavaş yavaş erisin tırtıklayın kenarlardan. O yoğurdun ekşimtrak tadıyla kayısının tatlısı buluşsun midenizi bi allak bullak etsin of of of. Ama yaptığınız için ziyan olmasın diyip yemek zorunda hissediceksinizi kendinizi benim şu an yaptığım gibi. Bunları yapmadan öncede tvde çok güzel oluyomuş gibi bunu anlatan kadına da benim için bir iki sunturlu küfür düşünün. İşte size 'enfes' bir yaz tatlısı. Afiyet, bal, şeker olsun. 

19 Şubat 2011 Cumartesi

Aynı Nakarat

    Hep aynı terane... Bazen bi anda otururken aklıma bir konu geliyor,şahane. Alsam kalemi elime durduramıycam kendimi. Ya o an müsait olmuyorum ya da sonra yazarım diyorum sonra oluyor,pısss.. kaçıyor benim konun gazı. Uçuyor aklımdakiler, ay ben ne yazıcaktım, şuna değincektim ama neydi o kabilinde anlamsız saçmalamalar. Sonra çok sinir oluyorum kendime şu an olduğu gibi. Şimdi de nooldu ders çalışmam gerek yazmaya vaktim yok,kaldı bloğum piç gibi. Hiç işim gücüm yokken aklıma gelmez bir halt ne zaman yoğunum ''Ay bi boş vaktim olsa da yazsam.'' !!!! Benim ki  laf ya hep neyse artık..

2 Şubat 2011 Çarşamba

Aval Aval Seyr-ü Sefa

    Zaman zaman yazmayı istediğim o kadar ayrıntı,okumayı istediğim o kadar neşriyat,gezmeyi istediğim o kadar yer, dokunmayı istediğim o kadar kalp oluyor ki ne yapacağımı şaşırıyorum,afallıyorum. Hayat bana bazen herhangi bir şeyi yapmayı arzulayacak kadar bile değerli görünmüyor,bazense; istediklerimi gerçekleştiremeyeceğim kadar kısıtlı,dar,sıkışık. Bilemiyorum bu herkesin başına geliyor mu. Belki de benim sözkonusu ''çoklu kişiliğim''dendir bu olanlar. Bir gün sarılmak istiyorum hayata kavramak istiyorum onu sıkı sıkı, diğer gün tek istediğim,yatağımın içinde yatıp zamanın akıp giderken bana zarar vermemesi. Diyorum ki o zamanlar: ''Yok ben beceremiyorum yaşamayı,olmuyor.''. Ardından olduğuna şükrettiğim sosyal yanım saçmaladığımı haykırıyor suratıma. Kalk diyorum o ezik kişiliğime. Talep et, arzula, heycan duy,iste,sahip ol, heycan duy, ağla, bağır, çağır, zıpla, kanını kaynat, pot kır, dokun, hisset.. yaşa kısaca. Diyorum diyorum da bunları bir bakıyorum yine kavgaya tutuşmuş ben ve ben. Ben canhıraş yaşamaya çalışırken izliyorum ya aval aval onu demeye çalışıyorum işte...

27 Ocak 2011 Perşembe

Oh.. That was so real..
 
       ''Drink a bit of wine we both might go tomorrow...''

 
       Onu keşfetmem hangi zamana denk gelir nasıl olmuştur hiç bir fikrim yok. Sanki yıllardır onun ılık sesi
iliklerime akmış gibi hissediyorum. Benim yıllardır arkadaşım sanki. Karşılıklı oturup dertleşmişiz, biramızı
paylaşmışız, bana şarkılarının öznelerini anlatmış içlenmişim de o yüzden onun harikalarını dinlerken
bu tanıdık his içime otururmuş gibi. Güneşin battığı vakitler uçsuz bucaksız sahillerde yeni bestelerini
bana tıngırdatmış da ilk defa, o yüzden bu kadar içime işlemiş bunlar. Belki de zaman zaman rüyalarımda gördüğüm kahramanlardan biri o. Ünlü değil aslında sadece benim süper kahramanım.Ama öyle değildi elbette. 
    
      Onunla nasıl tanıştığımı hatırlamasam da arkadaşlığımızın devamını çok iyi hatırlıyorum. Onun şarkılarını sırayla keşfedişimi,melodilerini birer birer dinledikçe böyle bir şey nasıl mümkün olur herkesle aynı notaları kullanırken bu adam bunu nasıl yapıyor deyişimi,her bir şarkısını binlerce kez dinledikten sonra kelimelerinin efsununa kendimi teslim edişimi. Mutlu zamanlarımdı başta. Yeni bir arkadaşım olmuştu. Tanrı'nın dokunduğu, ilahi bir sese sahip. Madem öyle onu daha yakından tanımalıyım demiş  ve hakkında araştırmalar yapmaya başlamıştım. Bir bir öğrenirken kim olduğunu ne olduğunu o sona ulaştığımda şok olmuştum. İnanamamıştım. Henüz edinmişitim arkadaşımı bu kadar çabuk ayrılamazdım ondan.O, 29 Mayıs 1997 günü,Led Zeppelin'den Whole Lotta Love şarkısını mırıldanarak dalmıştı Mississippi Nehri'nde ölümün kollarına daha 31 yaşındayken. Ama benim için ölümsüzdü artık. Onu bu kadar erken kaybedemezdim,etmiycektim de. İşte onunla tanıştığımdan beri zaman zaman oturur bir kadeh bir şeyler içer dertleşiriz, geceleri kendimi yalnız hissettiğim de fısıldar kulağıma Lover you should come over, Dancing in the moon light, Lilac wine,Best of me.
     Şimdiyse ebedi dostumun hayatını herkese anlatmak için, onun şahanesini herkes görsün diye hayatını film yapmaya karar vermişler. Tabii ki duyduğum gibi havalara uçup gün saymaya başladım. Ama biraz fazla sayıcam sanırım çünkü 2011 sonunda çekimlere başlama niyetindeler henüz cast bile belli değil. İşte benim de burdan duyurmak istediğim mesele bu. Jeff Buckley' i kim canlandıracak? Bunun için yapılan çalışmalarda ortada dolaşan isimler belli. İlki maalesef Twilight serisinden tanıdığımız Robert Patinson. Hem fiziksel olarak benzerliği hem de müzik geçmişinin de olması sebebiyle yapımcılar bu ismin baya bir üstünde duruyorlarmış. Bana kalırsayapımcılar tarafından, şu dönem çok popüler olması sebebiyle yapılmış çok basit bir numara olur eğer kesin böyle bir şeye karar verirlerse. Benim gözümde yeniyetme olan Patinson' ın ayrıca rol kabiliyeti olduğunu düşünmüyorum. Böyle bir seçim bende çok büyük hayal kırıklığı yaratcacaktır. Diğer adaylarımız ise Requem For A Dream'le tanıdığım henüz izlemeyemediğim ama çok istediğim Mr. Nobody'nin başrolü Jared Leto, benim sadece X-Men'den bildiğim James Marsden ve Spider Man serisinin sinir bozucu adamı;şimdiye kadar yan rollerde izlediğim ancak 127 Hours'ta oyunculuğuyla diz çoktüren,ardından ona aşık olmamı sağlayan James Franco.Tarafımı baya bir belli ettim sanırım. Fiziksel olarak da içlerinde en çok James Franco'yu benzetiyorum ben. Şöyle ki:

       Bu da diğer arkadaşlarla birlikte genel bir bakış siz karar verin kim benziyor diye:


    Ancak aralarında sadece James Franco'nun müzikle ilişkisi yokmuş. Diğer adaylarımız o açıdan uygunmuş. Bu demek oluyor ki çok sevdiğim bir aktörü çok sevdiğim bir sanatçı arkadaşımın rölünde göremiycem büyük ihtimalle. Onun oyunculuğuyla zevk bulamıycam. Bana geriye kalansa rolü Robert Patinson'nın kapmaması için dua etmek.
Yazının kapanışı yaparken eğer buraya bir harika eklemezsem eksik kalır yazı,eksik kalırım ben,burulurum. Keyfini çıkarın...


Not: 1) Bu yazı hazırlanırken arşivdeki tüm Jeff Buckley külliyatı listeye konulmuş ve ''şarkıları yinele'' kutucuğunun ışığı yanar vaziyette bırakılmıştır.
       2) Bir de nasıl denersem deneyeyim ilk paragraftaki göz tırmalayan anlamsız yamukluğu halledemedim. Acemilikten olsa gerek. Affolla!

11 Ocak 2011 Salı

Başlamadan Biten Kariyerim

    Küçükken yemek yapmaya çok meraklıydım. Evde yalnız kaldım mı hemen dalardım mutfağa, ne varsa karıştırırdım birbirine. Artık havuçlu kekler mi istersin, yarısı siyah yarısı beyaz  kakaolu kurabiyeler mi istersin, neler neler. Bir gün şerbet pişirip de sadabat tatlısı bile yapmışlığım vardır. Tadları kimi zaman idare eder çoğu zaman da güzel olmuştur,acemi şansı işte. Televizyonda yemek programları izlerdim,ordan da taklit etmeye çalışırdım. Hele bir program vardı Kanal d'de 'Sen Her Şeyi Düşünürsün' diye. Emel adındaki hamarat ablamız tefal'ın sponsorluğunda akla hayale gelmeyen şeyler yapardı. Ben de nasıl özenirdim keşke yapabilsem diye. Ama gıcık olduğumun kadını hep malzamelerini ''hassas tartı'' dediği zamazingoyla ölçer,yok o spatula bu çatal diye alengirli alet edevat kullanırdı,deli olurdum. Benim yok ki ölçüm. Sen 200 gram şeker dedin mi ben kalıyorum gözümde yaş, elimde bir çuval şeker ve bardakla aval aval. Nerde kaldı iki bardak,üç kaşık ölçülerimiz? Nerde eski ananemiz,adetimiz? Sorarım sana a kadın??? Bir küçüğün hayellerini bozmaya ne hakkın vardı? Belki de benim, ''Küçüklüğümden beri meraklıydım,hep yemek yapardım evde yalnız kaldığımda.'' diye cümlelerle anlatacağım aşçılık kariyerimin katline sebep oldun. Kırmayaydın hevesimi şimdi bir yandan Çırağan Sarayı'nın baş şefiyken bir yandan da restoranlar zincirimin yöneticelerine emir dağıtıyodum. Senden sonra da içerlediğim tefal'dir. Sen her şeyi düşünmüyormuşsun işte tefal. O gün and içtim hayatım boyunca tefal ürünlerine ambargo uygulayacağıma dair. O gün bugündür mutfağıma bir tane ürünlerini sokmadım,sokmam da! Bir küçüğün hayallerini buruşturup çöpe atmanın;onun geleceğiyle oynamanın bedeli bu kadar basit olmamalı ve karşılıksız kalmamalı,benim tarafımdan da kalmayacak. İşte doluydum böyle,akıtayım derdimi dedim.

9 Ocak 2011 Pazar

Bir Film Eleştirisi

     Blog sahibi bir kimse olarak (böyle deyince de sanki şirket sahibi gibi oldu) sinema başlıklı yazılar yazmazsam olmaz. Bu blog aleminin gizli bir kuralıdır. İlk şarttır hatta; önce, bir bok biliyormuşsun, sinema aleminin külliyatını yutmuş, setlerde dirsek cürütmüş gibi yorum yazıcaksın. Acımasız olucaksın, gözünün yaşına bakmıycaksın; koca götünü yerleştirdiğin yumuşacık,yaylı koltuğundan atacaksın da atacaksın. Şu sahne gereksizdi, yönetmen şu duyguyu verememiş,o arkadaki fon neydi tanrı aşkına (burda sesi biraz dalgalandırmakta fayda var) gibi,gibi,gibi.. İşte ben de o eleştirinin inanılmaz cazibesine kapılıp birazdan, sövücem de sövücem. Ama filme değil. Filmle iligili bir dergide yorum yapan arkadaşa. Zira film bana göre şahaneydi.

127 Hours
                                    
   
      Şimdi bu film 2010 yılının son sinema festivali olan, bu yıl 13.'sü düzenlenen İstanbul Randevu Film Festivali'nde seyircisiyle buluştu ilk olarak.* Biz de gittik keyifle izledik bu filmi. Benim için 2010'la yaşadığım en güzel randevulardan biriydi bu filmi heycanla koltuğumda seyretmek. Film gerçek hikayeden, benim araştırmalarıma göre, birebir aktarılmış. Muhterem Aron Ralston abimiz bir gün kimseye haber vermeden, tek başcağzına Arizona'daki ''Grand Canyon'' a bir doğa gezisi düzenliyor kendi başına. İnanılmaz mutlu, inanılmaz heycanlı. Bu onun genelde yaptığı bir gezi ki kanyonun her yerini santim santim biliyor. Kafasından hesap yapıyor gezinin süresini ve bu sürede kendine yetecek kadar yiyeceği, eşyayı sırtlayıp atlıyor arabaya. Varıyor kanyona acayip heycanlı,atlıyor zıplıyor falan. Yanında fotoğraf makinası her şeyi çekiyor,kaydediyor. Derken bir yerde olan oluyor ve 3 saniyelik gibi kısacık bir an, onu ızdırap ve şaşkınlık dolu bir 127 saate mahkum bırakıyor.Netice; beş gün boyunca kanyonun kıvrımlarıyla bir kaya arasında sıkışan koluyla mücadele ediyor ve yaşamak için kolunu kesmeyi göze alıyor. Filmi anlattın diye küfür etmeye başlamayın bu zaten gazetelerde okuduğumuz kısmı. Ben bu haberi gazetede okuduğumda gerçekten şaşırmıştım. Ama o kadar. Şaşırmış ve diğer bir ''enteresan'' habere geçmiştim. Çünkü insan bir olayın ciddiyetini anlayabilmek için onu, beyninde canlandırması,hikeyeyi kendi başına gelmiş gibi hayal etmesi gerekiyor. Gazete haberinde okuduğum ufak yazı beni buna itmemişti. Çok enteresan bir haberdi kuşkusuz ama akılda hayal edilmesi hoş değildi maalesef. Tahminim, beynim kendi koruma süzgecinden geçirmiş ve unutulmaya aday bilgiler lobuna fırlatıvermişti bu bilgiyi. Ancak bu ayrılık benim için bir sonraki ''randevu''ya kadardı.
       Filmin hikayesi etkileyici elbette ama bana göre çok uzatılmaya elverişli değil. Sebebi ise filmin asıl hikayesinin maceraperest arkadaşımız ve onun Tyler Durden'ıyle beraber geçmesi. Film başladığında düşündüğüm ilk şey de koskoca 94 dakikanın nasıl geçeceğiydi. Beklediğimin aksine film gayet hareketli bir açılışla başladı ve öyle devam etti. Ta ki o lanet kayanın soluğumuzu boğazımızda düğümlemesine kadar. Derin bir nefes alın ve o nefesi verene kadar elinizin bilmem kaç yüz kilo bir kaya altında sıkıştığını düşünün. ''Bu çok saçma!'' diyor ilk olarak Aron rolüyle James Franco. Onun yüz ifadesinden samimiyeti ve gerçekliği hissedebiliyorsunuz. Zaten daha o dakikada siz de aynı şeyi düşünüyorsunuz; onun yerine koyuyorsunuz kendinizi ve sıralıyosunuz kafanızdaki çözüm yollarını. Daha sonra hikeyenin gerçek olduğunu hatırlayıp kalanı Aron'dan izlemek üzere kendinizi bırakıyorsunuz bu hikayeyin kollarına.


Sahnede Gerçekliğin Etkisi

      Başka insanları bilmem ama benim için, eğer bir bilimkurgu ve yahut fantazi dünyalarla ilgili bir film izlemiyorsam arayacağım özelllik gerçekçi olması. Elbette bu kişiden kişiye göre değişir,neticede bir zevk meselesidir. Kimi metaforik anlatımların hastasıdır, marjinal tutumlar, akımlar hoşuna gider, gerçek hikayede bile bir soyutluk, belli bellirsizlik arar. Ama bende bir ölçüsü ve yeri vardır bunun. Neyse aman çok uzattım. Nasıl olsa kendi zevkimi yeri geldikçe anlatacağım. İşte bu filmin gerçek hikaye olmasının bende oluşturduğu beklenti hikayeyi tüm gerçekliğiyle görebilmek. Peki ben bu filmden bunu alabiliyor muyum? Kesinlikle!




      Filmin başlangıcında bazı ufak ayrıntılar var. Örneğin bisikletle kanyona doğru yol alırken Aron,dengesini kaybedip şiddetli bir şekilde yere çakılıyor. Ama onun için bu acı; bir keyif,bir lütuf. Çıkarıyor makinesini şıpşak çekiyor kendini düştüğü yerde. Ben düşünüyorum acaba bu resim gerçekten var mı diye. O elim kaza gerçekleştikten sonra Aron kamerasının bataryası bitene kadar bir çok kez kendini kayda alıyor. Bazen insanın kanını donduruyor bu anlar. Ben yine aynı soruyu soruyorum kendime. Bu sorumun cevabını eve geldikten sonra araştırıyorum tabii ki. Bir belgesel buluyorum youtube'ta,Aron Ralston yaşadıklarını bir bir anlatıyor. Tam olarak ne düşündüğünü, nasıl hareket ettiğini. Belgeselin arasında kendini ilk olarak kamereye çektiği görüntüsü var. Ve ağzım açık kalıyor. Aynı ifade,aynı his, aynı dudak hareketi,aynı! Tamamiyle aynı! Hem Aron'ın anlattıkları hem görüntüleri. Tabi ki üzerindeki kıyafetlerden, kolunu kesmek için kullandığı çakıya;kafasındaki lambanın markasından, kolundaki saate kadar aynı olmasına değinmiyorum bile. İşte ben bu görüntüleri de izledikten sonra Danny Boyle'a hikayeyi bu kadar iyi oturmasından dolayı, James Franco'ya Aron Ralston'u bu kadar iyi özümsemesinden dolayı alkış tutuyorum.


Bu hikayenin gerçekliği benim o geceki uykuma mâl oluyor, o ayrı.


Gelelim İşin Didaktik Kısmına
      
       Bu yazıyı yazmaya beni iten ise Altyazı dergisinin ocak sayısındaki ilgili yazı. Diyor ki yazımız: Danny Boyle popüler külütüre teslim olmuş;mevcut akımı tespit etmiş ona göre şekillendirimiş filmi.Zaten bir önceki filmi Milyoner de gişeye yönelik değil miydi diye ''bknz.'' veriyor. Popüler kültürün şekillenişinden ve halkın sinemadaki dayatılmış beklentilerinden bahsediyor. Sığ bir mesaj vermiş diyor ki o da; hayatta gelip geçici olan hazların peşinde koşmaktansa, mutluluğu toplumsal öğelerin değerini bilmekte aramalıyız. Filmin sonunda asıl Aron Ralston'un, eşini ve çocuğunu göstererek ''Konserve Mutluluk'' a işaret etmiş ve ahlakçı hikayesini bitirmiş diyor. Hikaye orda mı bitiyor; biz biliyor muyuz ki Aron hayatının anlamını keşfetmiş mi, karısıyla mutlu mu, o mutluluğun altında ve devamında ne var diye serzeniyor. Didaktik olarak tanımlıyor filmi. Ben de diyorum ki:
       Aron Ralston kimdir? Bizim hayatımıza nasıl ve neden girmiştir? Acaba Grand Canyon'da bir kaza geçirmiş de sonra hiç bir şey olmadan  kalkıp evine dönmüş; öylesine bir anı derlemesi yapıp da ünlü mü olmuştur? Hayır. Aron Ralston yaşadğı talihsiz bir tecrübe sonucu kendi kolunu kör bir çakıyla kesmek zorunda kalmış ve yaşamı diğer eliyle kavrayıp, yoluna devam etmiş bir insandır. Bu hikayenin ötesi beni pek ilgilendirmiyor. Sadece ben onu o anıyla birlikte hissediyor, onu yaşıyorum. O zorlu anında nasıl mücadele ettiği,nasıl çabaladığını anlamaya çalışıyorum. Bu kısmını didaktik olarak alıyorum. Onun mucizesi ve gücü karşısında hayret ve hayranlıkla izliyorum onu. Sanırım bu, izleyici olarak benim için de; ilham kaynağı olarak onun için de yeterli. Bu duygunun aktarılmasında aracı Danny Boyle; elçi James Franco ise eğer,onları da markaja alıyorum ben izleyici olarak. Tebrik, takdir ediyorum bu hikeye bana olduğu gibi yansıdığı; o 127 saati içimde hissetiğim için. Bana tüm gerçekliğiyle gösterdiği için. Sonrasında Danny Boyle'un popüler sapmaları beni ilgilendirmiyor, ben bu hikayeden istediğimi aldığım için. Hikayeyi paletinden geçirirken fırçasını herkesin anlayabileceği renklere vurduğu için onu suçlu bulmuyor; aksine alkış tutuyorum. Çünkü bu hikeyenin herkese hitap etmesi; herkesin bunu hissetmesini istiyorum. Nasıl bir filmi ya da kitabı beğendiğinizde herkese önerir, orda burda ballandıra ballandıra anlatırsınız; benimki o hesap. Herkes görsün bu ibret verici hikayeyi istiyorum. Bir film de sanat için anlaşılmazlıkların doruklarında heba olmasın; koyu karanlık gölgelerin,bunaltıcı simge ve kavramların içinde kaybolmasın istiyorum. Duru, sade, direkt olsun bu film gibi. Diyorum ''ben''. Herkesin beklentisine göre değişiyor ya filmin değeri. Bu film de benim beklentilerime göre çok etkileyici, manalı,izlenesi, şahane bir film olmuş. Selamlar, sevgiler...

   *Henüz filmi izleyememiş,gidip izlemeyi çok arzulayan yahut burun kıvırırarak bakalım Danny Boyle ne saçmalamış diyen ya da filmden burda haberi olup,gitmeye bir anda heves eden her kimsen,sana bir haberim var; Film 11 Şubat'ta vizyona giriyor. Bence kaçırma ama sen bilirsin tabii.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Duvarlarım Var Bilmediğim..

Bazı anlar vardır gerçeğin tam karşına dikildiği. Dikilir karşına duvar gibi, geçit vermez. Böyle durumlarda genelde ne yapacağını şaşır da insan uzun bi süre,bazen sonsuza kadar olur bu,inkarla birleşimiş kaçma isteği doğar insanda. Bağırıp çağırıp o tuğla yığınına, sıyrılırsın kenarından, devam etmeye çalışırsın yoluna; ve devam eder gibi görünürsün. En azından sen öyle sanırsın. O duvar dirildikçe senin hayatında, sağlı sollu bırakırsın ardında. Ama lanet gibi yapışır o sana, takip etmeye devam eder.Anlayamazsın işte o duvarı yıkman lazımalman lazım ardına,ayaklarının altına. İşte benim de böyle bi duvarım var. En sevdiğm. O benim önümdeyken benim onu arkamda sandığım. Ona sahip olduğumu; en kuvetli silahım olduğunu sanıp sırtımı dayadığım. Meğer o bana destek değilmiş engelmiş şimdi anladım.Ben sırtımı dayıyodum ona, o bir anda yıkıldı arkamda; dizili verdi önüme sırayla. Ben yerdeyim tabi. Hani ilkokulda olur ya ''şakacı'' veletler sn tam oturucakken çekerler sandelyeni altından; yapışırsın göt üstü. Heh aynı öyleyim ben şu an, sızlıyor münasip yerlerim. Oturamyorum tekrar bir yere, korkuyorum kayıverecek altımdan , yapışıcam yine yere diye. Bekliyorum bana yer göstersinler diye ama ben kitabevinde onlarca kitap arasından aradığını kendi bulmayı seven; sinemada yer göstericelere rağbet etmeyen; kaybolduğumda kanının son damlasına kadar kimseye yol sormayanım. Problemim var aklımın rotasından başka yol göstericilerle. Anlaşılan Biraz yürüyüşe çıkıp kâseyi dinlendirmeliyim. Başka yolum yok gibi gözüküyor.