9 Ocak 2011 Pazar

Bir Film Eleştirisi

     Blog sahibi bir kimse olarak (böyle deyince de sanki şirket sahibi gibi oldu) sinema başlıklı yazılar yazmazsam olmaz. Bu blog aleminin gizli bir kuralıdır. İlk şarttır hatta; önce, bir bok biliyormuşsun, sinema aleminin külliyatını yutmuş, setlerde dirsek cürütmüş gibi yorum yazıcaksın. Acımasız olucaksın, gözünün yaşına bakmıycaksın; koca götünü yerleştirdiğin yumuşacık,yaylı koltuğundan atacaksın da atacaksın. Şu sahne gereksizdi, yönetmen şu duyguyu verememiş,o arkadaki fon neydi tanrı aşkına (burda sesi biraz dalgalandırmakta fayda var) gibi,gibi,gibi.. İşte ben de o eleştirinin inanılmaz cazibesine kapılıp birazdan, sövücem de sövücem. Ama filme değil. Filmle iligili bir dergide yorum yapan arkadaşa. Zira film bana göre şahaneydi.

127 Hours
                                    
   
      Şimdi bu film 2010 yılının son sinema festivali olan, bu yıl 13.'sü düzenlenen İstanbul Randevu Film Festivali'nde seyircisiyle buluştu ilk olarak.* Biz de gittik keyifle izledik bu filmi. Benim için 2010'la yaşadığım en güzel randevulardan biriydi bu filmi heycanla koltuğumda seyretmek. Film gerçek hikayeden, benim araştırmalarıma göre, birebir aktarılmış. Muhterem Aron Ralston abimiz bir gün kimseye haber vermeden, tek başcağzına Arizona'daki ''Grand Canyon'' a bir doğa gezisi düzenliyor kendi başına. İnanılmaz mutlu, inanılmaz heycanlı. Bu onun genelde yaptığı bir gezi ki kanyonun her yerini santim santim biliyor. Kafasından hesap yapıyor gezinin süresini ve bu sürede kendine yetecek kadar yiyeceği, eşyayı sırtlayıp atlıyor arabaya. Varıyor kanyona acayip heycanlı,atlıyor zıplıyor falan. Yanında fotoğraf makinası her şeyi çekiyor,kaydediyor. Derken bir yerde olan oluyor ve 3 saniyelik gibi kısacık bir an, onu ızdırap ve şaşkınlık dolu bir 127 saate mahkum bırakıyor.Netice; beş gün boyunca kanyonun kıvrımlarıyla bir kaya arasında sıkışan koluyla mücadele ediyor ve yaşamak için kolunu kesmeyi göze alıyor. Filmi anlattın diye küfür etmeye başlamayın bu zaten gazetelerde okuduğumuz kısmı. Ben bu haberi gazetede okuduğumda gerçekten şaşırmıştım. Ama o kadar. Şaşırmış ve diğer bir ''enteresan'' habere geçmiştim. Çünkü insan bir olayın ciddiyetini anlayabilmek için onu, beyninde canlandırması,hikeyeyi kendi başına gelmiş gibi hayal etmesi gerekiyor. Gazete haberinde okuduğum ufak yazı beni buna itmemişti. Çok enteresan bir haberdi kuşkusuz ama akılda hayal edilmesi hoş değildi maalesef. Tahminim, beynim kendi koruma süzgecinden geçirmiş ve unutulmaya aday bilgiler lobuna fırlatıvermişti bu bilgiyi. Ancak bu ayrılık benim için bir sonraki ''randevu''ya kadardı.
       Filmin hikayesi etkileyici elbette ama bana göre çok uzatılmaya elverişli değil. Sebebi ise filmin asıl hikayesinin maceraperest arkadaşımız ve onun Tyler Durden'ıyle beraber geçmesi. Film başladığında düşündüğüm ilk şey de koskoca 94 dakikanın nasıl geçeceğiydi. Beklediğimin aksine film gayet hareketli bir açılışla başladı ve öyle devam etti. Ta ki o lanet kayanın soluğumuzu boğazımızda düğümlemesine kadar. Derin bir nefes alın ve o nefesi verene kadar elinizin bilmem kaç yüz kilo bir kaya altında sıkıştığını düşünün. ''Bu çok saçma!'' diyor ilk olarak Aron rolüyle James Franco. Onun yüz ifadesinden samimiyeti ve gerçekliği hissedebiliyorsunuz. Zaten daha o dakikada siz de aynı şeyi düşünüyorsunuz; onun yerine koyuyorsunuz kendinizi ve sıralıyosunuz kafanızdaki çözüm yollarını. Daha sonra hikeyenin gerçek olduğunu hatırlayıp kalanı Aron'dan izlemek üzere kendinizi bırakıyorsunuz bu hikayeyin kollarına.


Sahnede Gerçekliğin Etkisi

      Başka insanları bilmem ama benim için, eğer bir bilimkurgu ve yahut fantazi dünyalarla ilgili bir film izlemiyorsam arayacağım özelllik gerçekçi olması. Elbette bu kişiden kişiye göre değişir,neticede bir zevk meselesidir. Kimi metaforik anlatımların hastasıdır, marjinal tutumlar, akımlar hoşuna gider, gerçek hikayede bile bir soyutluk, belli bellirsizlik arar. Ama bende bir ölçüsü ve yeri vardır bunun. Neyse aman çok uzattım. Nasıl olsa kendi zevkimi yeri geldikçe anlatacağım. İşte bu filmin gerçek hikaye olmasının bende oluşturduğu beklenti hikayeyi tüm gerçekliğiyle görebilmek. Peki ben bu filmden bunu alabiliyor muyum? Kesinlikle!




      Filmin başlangıcında bazı ufak ayrıntılar var. Örneğin bisikletle kanyona doğru yol alırken Aron,dengesini kaybedip şiddetli bir şekilde yere çakılıyor. Ama onun için bu acı; bir keyif,bir lütuf. Çıkarıyor makinesini şıpşak çekiyor kendini düştüğü yerde. Ben düşünüyorum acaba bu resim gerçekten var mı diye. O elim kaza gerçekleştikten sonra Aron kamerasının bataryası bitene kadar bir çok kez kendini kayda alıyor. Bazen insanın kanını donduruyor bu anlar. Ben yine aynı soruyu soruyorum kendime. Bu sorumun cevabını eve geldikten sonra araştırıyorum tabii ki. Bir belgesel buluyorum youtube'ta,Aron Ralston yaşadıklarını bir bir anlatıyor. Tam olarak ne düşündüğünü, nasıl hareket ettiğini. Belgeselin arasında kendini ilk olarak kamereye çektiği görüntüsü var. Ve ağzım açık kalıyor. Aynı ifade,aynı his, aynı dudak hareketi,aynı! Tamamiyle aynı! Hem Aron'ın anlattıkları hem görüntüleri. Tabi ki üzerindeki kıyafetlerden, kolunu kesmek için kullandığı çakıya;kafasındaki lambanın markasından, kolundaki saate kadar aynı olmasına değinmiyorum bile. İşte ben bu görüntüleri de izledikten sonra Danny Boyle'a hikayeyi bu kadar iyi oturmasından dolayı, James Franco'ya Aron Ralston'u bu kadar iyi özümsemesinden dolayı alkış tutuyorum.


Bu hikayenin gerçekliği benim o geceki uykuma mâl oluyor, o ayrı.


Gelelim İşin Didaktik Kısmına
      
       Bu yazıyı yazmaya beni iten ise Altyazı dergisinin ocak sayısındaki ilgili yazı. Diyor ki yazımız: Danny Boyle popüler külütüre teslim olmuş;mevcut akımı tespit etmiş ona göre şekillendirimiş filmi.Zaten bir önceki filmi Milyoner de gişeye yönelik değil miydi diye ''bknz.'' veriyor. Popüler kültürün şekillenişinden ve halkın sinemadaki dayatılmış beklentilerinden bahsediyor. Sığ bir mesaj vermiş diyor ki o da; hayatta gelip geçici olan hazların peşinde koşmaktansa, mutluluğu toplumsal öğelerin değerini bilmekte aramalıyız. Filmin sonunda asıl Aron Ralston'un, eşini ve çocuğunu göstererek ''Konserve Mutluluk'' a işaret etmiş ve ahlakçı hikayesini bitirmiş diyor. Hikaye orda mı bitiyor; biz biliyor muyuz ki Aron hayatının anlamını keşfetmiş mi, karısıyla mutlu mu, o mutluluğun altında ve devamında ne var diye serzeniyor. Didaktik olarak tanımlıyor filmi. Ben de diyorum ki:
       Aron Ralston kimdir? Bizim hayatımıza nasıl ve neden girmiştir? Acaba Grand Canyon'da bir kaza geçirmiş de sonra hiç bir şey olmadan  kalkıp evine dönmüş; öylesine bir anı derlemesi yapıp da ünlü mü olmuştur? Hayır. Aron Ralston yaşadğı talihsiz bir tecrübe sonucu kendi kolunu kör bir çakıyla kesmek zorunda kalmış ve yaşamı diğer eliyle kavrayıp, yoluna devam etmiş bir insandır. Bu hikayenin ötesi beni pek ilgilendirmiyor. Sadece ben onu o anıyla birlikte hissediyor, onu yaşıyorum. O zorlu anında nasıl mücadele ettiği,nasıl çabaladığını anlamaya çalışıyorum. Bu kısmını didaktik olarak alıyorum. Onun mucizesi ve gücü karşısında hayret ve hayranlıkla izliyorum onu. Sanırım bu, izleyici olarak benim için de; ilham kaynağı olarak onun için de yeterli. Bu duygunun aktarılmasında aracı Danny Boyle; elçi James Franco ise eğer,onları da markaja alıyorum ben izleyici olarak. Tebrik, takdir ediyorum bu hikeye bana olduğu gibi yansıdığı; o 127 saati içimde hissetiğim için. Bana tüm gerçekliğiyle gösterdiği için. Sonrasında Danny Boyle'un popüler sapmaları beni ilgilendirmiyor, ben bu hikayeden istediğimi aldığım için. Hikayeyi paletinden geçirirken fırçasını herkesin anlayabileceği renklere vurduğu için onu suçlu bulmuyor; aksine alkış tutuyorum. Çünkü bu hikeyenin herkese hitap etmesi; herkesin bunu hissetmesini istiyorum. Nasıl bir filmi ya da kitabı beğendiğinizde herkese önerir, orda burda ballandıra ballandıra anlatırsınız; benimki o hesap. Herkes görsün bu ibret verici hikayeyi istiyorum. Bir film de sanat için anlaşılmazlıkların doruklarında heba olmasın; koyu karanlık gölgelerin,bunaltıcı simge ve kavramların içinde kaybolmasın istiyorum. Duru, sade, direkt olsun bu film gibi. Diyorum ''ben''. Herkesin beklentisine göre değişiyor ya filmin değeri. Bu film de benim beklentilerime göre çok etkileyici, manalı,izlenesi, şahane bir film olmuş. Selamlar, sevgiler...

   *Henüz filmi izleyememiş,gidip izlemeyi çok arzulayan yahut burun kıvırırarak bakalım Danny Boyle ne saçmalamış diyen ya da filmden burda haberi olup,gitmeye bir anda heves eden her kimsen,sana bir haberim var; Film 11 Şubat'ta vizyona giriyor. Bence kaçırma ama sen bilirsin tabii.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder